Zehra’nın Gözleri | Film İncelemesi 

Zehra’nın Gözleri | Film İncelemesi 

Güneşin her yeni gün bir umutla doğduğu, kadim ve onurlu şehrin ateşle yoğrulmuş topraklarında, haritada küçük göründüğüne aldanmayın: Bütün dünya halklarının yüreğinde yer edinmiş büyük bir ülke var; Filistin. Bu topraklarda yaşananlardan mütevellit her geçen gün, tarihin tozlu raflarına direnişle harmanlanmış bir sayfa daha ekleniyor. Zehra’nın Gözleri ise bu mücadelenin en sarsıcı anlatımlarından biri olarak bütün ihtişamıyla karşımıza çıkıyor. 

Filmin başında, okuldan dönen çocukların sokakta aniden durup muzip, aynı zamanda tatlı bir heyecanla dükkânın penceresinden izlemeye çalıştıkları televizyon sahnesi dikkatimi çekti. Ekranda beliren görüntü, bana çocukluğumun Susam Sokağı’nı anımsattı; saf, sıcak ve umut dolu bir dünya… Bu ince detay, ambargo ve yıkımın gölgesinde bile çocuk cıvıltısının katiyen susturulamayacağının kanıtı gibiydi. 

Filmin merkezinde yer alan Zehra, Gazze Şeridi’nde yaşayan 11 yaşında bir kız çocuğudur. O da, bu coğrafyada dünyaya gelen her çocuk gibi, savaşın ve yoksulluğun ağır yükünü omuzlamak zorunda bırakılmıştır. Mülteci kampında yaşananlar izleyiciyi ürkütse de gerçek şu ki, 1948’den itibaren içinde bulunulan durum gündelik hayatın sıradan bileşenleridir. Diğerlerinin izlemeye dahi tahammül edemediği o görüntüleri yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca insandan yalnızca biriydi Zehra. Ancak onu farklı kılan şey, kelimelerden çok daha fazlasını anlatan gözleriydi belki de. 

Bu gözler, sadece güzellikleriyle değil, taşıdıkları anlamla da dikkat çekiyor: zulmün karşısında masumiyetin, sömürge ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü her karede haklı direnişin sembolü haline geliyordu. Filmin ilerleyen bölümlerinde, İsrail ordusuna bağlı bir subayın, görme engelli çocuğuna uygun göz nakli için Zehra’yı hedef aldığı öğreniliyor. Bu gelişme, filmin dramatik yapısını dönüştürerek bireysel anlatıyı politik ve ahlaki bir sorgulama zeminine taşıyor. Zehra’nın hikâyesi, yaşanmışlıkların ağır yüküyle yoğrulan onurlu bir direnişi vurguluyor. 

Yönetmen, anlatım tercihinde diyalogdan ziyade görsel ve duygusal ifadeyi öne çıkarmakta. Özellikle yakın plan çekimlerde Zehra’nın gözlerine odaklanılması, filmin merkezine “bakış” kavramını yerleştiriyor. Bu teknik tercihle birlikte gözler, filmin en güçlü anlatı aracına dönüşüyor. Zehra’nın bakışlarında; gasp edilmeye teşebbüs edilen bir memleket ve hak arayışı tezahür ediyor. Öyle ki, Zehra’nın gözleri sırf ferdî bir ifade olmaktan çıkıp, umumî hafızanın müzahiri olmaktadır. 

Bir çocuğun gözlerini her zerresi kana bulanmış kirli elleriniz ve yenilmez sandığınız kuvvetinizle alabilirsiniz; lakin o müstesna gözlerin taşıdığı anlamı asla yok edemezsiniz. 

Film, ilerleyen sahnelerde izleyiciyi adeta ahlaki bir yüzleşmeye davet ediyor. Artık yalnızca bir anlatının parçası olmayan gözler, Filistin halkının acılarla örülü yaşamına açılan bir pencereye dönüşüyor. O pencereden baktığınızda anlıyorsunuz: Gasp edilen yalnızca ülke toprakları ya da yaşam alanları değil. İzlediğiniz, hayati organlarına kadar talan edilmiş, onuru zedelenerek sistematik bir haksızlığa uğrayan bir halkın hikâyesidir. Zehra’nın gözlerinden bakan biri, sadece bir çocuğun trajedisini değil, insanlığın yitirdiği vicdanı da bütün çıplaklığıyla görebilir. 

Filmin final sekansı, bu etik yüzleşmeyi daha da derinleştirir. Zehra, işgal güçlerince tutulduğu hastanede infaz edilmek üzere olduğu sırada, ağabeyi İsmail tarafından kurtarılır. Ancak bu kurtuluş, trajedinin nihayete erdiği bir mutlu son değil; daha büyük bir kırılmanın habercisidir. İsmail’in, kız kardeşinin yaşadığı travma ve tanıklık ettiği zulüm karşısında radikalleşmesi, onu geri dönüşü olmayan bir eyleme sürükler. 

Filmin son sahnesinde İsmail, canlı bomba olarak işgalci subayın malikânesine arabasıyla saldırı düzenler. Bu eylem, sinemasal bağlamda salt bir intikamdan ziyade, adalet arayışının dile getiriliş hali olarak yorumlanabilir. İsmail’in ölümü, dünyanın sessizliğine karşı yükseltilen haykırışın sinematografik karşılığıdır. 

Film, bu çarpıcı finaliyle yalnızca bir politik bildiride bulunmakla kalmaz; izleyicisini etik ve duygusal bir konum almaya zorlar. Filistin’de yaşananların yalnızca coğrafi ya da politik bir mesele olmadığını, evrensel insan hakları ve adalet ilkeleri bağlamında ele alınması gerektiğini hatırlatır. Bu bağlamda, film bir vicdan çağrısı olarak okunabilir. 

Hülya KOÇ 

Leave a Reply

Your email address will not be published.