Yapmış olduğu filmlerin hem senaristi hem yönetmeni olan Elia Süleyman, eserlerinde aynı zamanda başrolde de izleyicisinin karşısına çıkar. Bu filmlerde Süleyman (ES), kendi hayatından yola çıkarak adeta hayalet gibi gözlemcilik yapar. Ne konuşur ne harekete geçer; durur ve olup biteni izler. Burası Cennet Olmalı (2019) filminde de, belki de “Filistinlinin hâlini Filistinliden başkası hakkıyla gösteremez” düşüncesiyle başrolü yine kendisi üstlenmiştir.
Vatanı Filistin’de, cennetin kapılarının çoktan kapanmış olduğunu düşünen ES; filmine yapımcı bulma perdesi altında aslında bir “cennet” arayışının yükünü sırtına alarak önce Fransa’ya, ardından Amerika’ya doğru bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk boyunca kahramanımız ES, ilk konuşmasını ve direnişini, Nasıra’nın işgal sonucu İsrail sınırları içinde kalmasına rağmen kendisini İsrailli değil Filistinli olarak tanımlamak için gerçekleştirir. Film boyunca neredeyse hiç diyalog olmaması da dikkat çekicidir. Böylelikle seyirci yalnızca görüntülerle karşı karşıya bırakılır; sinema sanatının özü olan “görselle anlatma”ya alan açılır.
Sanat yönü ağır basan çoğu filminde olduğu gibi, Süleyman’ın filmlerini anlamlandırması ile izleyicinin anlamlandırması çok farklıdır ve bu süreç sonsuza kadar uzayabilir. Zira sanat filmleri de, Filistin davası da herkesin payına farklı düşer.
İzleyicilerin bir kısmı filmde ES’nin kendine yeni bir ev bulma hayalinin, dünyanın dört bir yanına yayılmış şiddet, silahlanma ve askeri düzenle yıkılışını izler. Bir kısmı ise nereye giderse gitsin Filistinli kimliği sebebiyle hiçbir yerin ona kucak açmadığını düşünür. Herkes kendi payına düşeni alırken, yönetmen ve senarist Süleyman film hakkında şu açıklamaları yapar:

“Kendi isteğimle yıllarca süren bir göçebe hayatı yaşadım. Filmde duyduğumuz o tam bir yabancıya (perfect stranger) dönüşmenin peşinde hırsla koştum. Kavramsal ve entelektüel olarak, milliyetçiliğin her biçiminden kendimi arındırmak için uzun yıllar boyunca çalıştım. Ve şunu söyleyebilirim ki, bu konuda gerçekten temizlendiğimi düşünüyorum. Ancak filmi çekmek için Nasıra’ya geri döndüğümde içimde bir duygu yüzeye çıkmaya başladı. Başlangıçta bu benim için kafa karıştırıcıydı. Çünkü her yeri evim gibi sevebileceğime inanıyordum. Bu kısmen doğruydu. Ama tekrar Nasıra’ya vardığımda şüphelerim ortaya çıktı. İçimde bir duygu oluşmaya başladı. Mevcut siyasi durum ve ortaya çıkan yeni bir umutsuzluk biçimiyle de ilgisi olabilir. Filistinliler şu anda aynı şeyi yaşıyor. İnsan, baskının, işgalin ve acının bir sonu olduğunu düşünür. Ama bunun daha da derinleşebileceğini, sadistlik seviyesine varabileceğini fark ettiğinde şaşırıyor. Bunu şu anda da güçlü şekilde hissedebilirsiniz. Bunun biraz aidiyet hissiyle yeniden bağ kurmaya başladığım ‘Filistincilik’ (Palestinianism) ile ilgisi olabilir. Kavramsal değil ama duygusal bir şekilde. Ve sonra, kasten olmasa da, yeniden asıl vatanıma bağlanmaya başladım.”
Devamında ise yaşadığı bu hissi şöyle tanımlar:
“Ve orada, Nasıra’da hissettiğim umutsuzluk ve hayal kırıklığının artık serbest kaldığını, yeniden alevlendiğini ve bir tür umuda dönüştüğünü hissettim. Sanki kaderine doğru bir yolculuğa çıkmışsın gibi. O an hissettiğim duygu, bir senaryoda filmin final sahnesini bulduğunda hissettiğin şeye benziyordu. Ama ben yalnızca filmin final sahnesini bulmadım, kendimi de o sahnede buldum. Benim için de böyle mutlu bir sonla ortaya çıkmak ilginçti.”
Tüm bunları bir kenara bırakırsak, Süleyman’ın kelimelerin gücünden vazgeçerken nefis bir sinematografi ve onu destekleyen müziklerle seyirciyi ekran başına kilitlemeyi başardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir diğer gerçek ise Süleyman’ın film boyunca ardı ardına dizdiği metaforlar ve absürt komedi unsurlarının ardında, aslında sessiz bir çığlık olan Filistin halkının yasını izletmiş olmasıdır.
CENNET YANILSAMASI
Film, arka planda sürekli kendini hissettiren kuş sesleri eşliğinde kahramanımız ES’nin vatanı Filistin’de, limon ağacı metaforuyla başlar. Bahçesindeki limon ağacının komşusu tarafından adım adım çalınarak sahiplenilmesiyle, aslında Filistin-İsrail çatışmasının en önemli simgelerinden biri üzerinden güçlü bir giriş yapılır. Anlarız ki hırsızlığın bu kadar absürt ve özgüvenle işlendiği, şahitliğin ise bu denli aciz hissettirdiği tek yerdir Filistin.
Öz vatanında bir yabancı gibi, varlığının yoklukla eşdeğer kılındığı hayatının ardından yola çıkan kahramanımız önce Fransa’ya, sonra Amerika’ya gider. Ancak buralardaki kusursuz güzellik ve “cennet” perdesi, kahramanımız için kâğıttan bir kale gibi yıkılır. Zira daha vatanında iken “terörist” ya da en iyi ihtimalle “yabancı” damgası vurulan birine hangi ülke kucak açar, hangi şehir bağrına basabilir?

Uçaktaki türbülanstan şehirdeki rutin polis kontrollerine, milli kutlamalardan sınır denetimlerine kadar her şey ES’ye Filistin’i hatırlatır. Filistin ki zeytin dallarının savaş dumanına bulandığı, çocuklarının gülmeyi unuttuğu, dünyanın sırt çevirdiği o şanlı ülke… Ruhunda işgalin bıraktığı izler, Ortadoğulu kimliği ve dünyanın dört bir yanına yayılmış şiddet eylemleri nereye giderse gitsin ES’nin peşini bırakmaz. İşte bu yüzden Süleyman, verdiği bir röportajda film hakkında şunu söyler:
“Eğer bir önceki filmimde Filistin dünyanın bir mikrokozmosu olarak görülürse, yeni filmimde dünyayı Filistin’in bir mikrokozmosu olarak göstermeyi denedim.”
⸻
BU ŞEHİR ARKANDAN GELECEKTİR
Sahip olduğu kimlik öyle yapışmıştır ki ES’ye; filmine yapımcı aramaya kalktığında, yapımcıların “Filistin” kelimesini duyar duymaz sırtlarını dönmeleri kaçınılmaz olur. Yeni bir vatan, bir “cennet” için elinden geleni yapsa da ES her defasında yüzüstü bırakılır. Yine de kimliği ona öyle bir güç verir ki Paris metrosunda bir serserinin gözlerine dimdik bakabilir, havaalanında X-Ray cihazından defalarca aranmasına direnç gösterebilir.
İnsan daha doğmadan önce kimliği onun sevinçlerini, hüzünlerini, hayallerini ve hayal kırıklıklarını belirler. ES de ne yaparsa yapsın ondan kopamaz, ondan kaçamaz. Konstantinos Kavafis’in dizelerindeki gibi:
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma…”

Tüm çabalarının sonunda, penceresinden giren ve adeta yazmaya devam etmesine engel olan serçe kuşuyla eve dönüş vaktinin geldiğini anlar ES. Başlangıçta filme hâkim olan kuş sesleri, yolculuk boyunca uçak, ambulans ve şehir gürültüsüne bırakırken; dönüş yolunda seyirci tekrar kuş sesleriyle baş başa bırakılır. Kahramanımız nihayetinde sırtına kendisinden başka bir şey alamayacağı, nereye giderse gitsin kendini de beraberinde götüreceği gerçeğiyle yüzleşerek yeniden Filistin yolunu tutar. Bu hareketiyle adeta Mahmud Derviş gibi haykırır:
“Burada öleceğiz. Burada. Son geçitte.
Kanımız buraya ya da yine buraya dikecek zeytinini!”
Çarpıcı tespitlerini kara mizahla seyirciye sunan Süleyman, bu başarısıyla Cannes Film Festivali Ana Yarışma Özel Ödülü’nü kazanmıştır. Böylece, o kutlu gün gelene kadar, direnişi hatırlamak ve hatırlatmak için tarihe kendi izini bırakır. Film boyunca ES’nin ruhunda baskın olan kabullenmeye rağmen; en çarpıcı sahnelerden biri olan şu replikte umut kırıntısı da belirir:
“Evet, gelecekte bir Filistin olacak. Ama bunu görmeye ne senin ne de benim ömrüm yetecek.”
İzleyiciye ise acıya hep aynı mesafeden bakmanın verdiği yorgunluk kalır. Nihayetinde anlarız ki tüm dünyanın gözlerini üstüne diktiği, ama bir yandan da tamamen yabancı kaldığı millettir Filistin halkı. Bu yabancılık, filmde geçen şu tespitle berraklaşır:
“Dünyada bütün milletler unutmak için içer, siz Filistinliler hatırlamak için içiyorsunuz.”
Ve belki de bu söz, izleyicinin zihninde sonsuza kadar yer eder.
Leave a Reply